22 Mart 2015 Pazar

Sümer Astronomisi

12 Gök Cismini içeren bir tablet. MÖ 3000. Berlin Müzesi VA/243
VA/243. Berlin Müzesi Yakın Doğu bölümü. MÖ 3000. Merkezde Güneş’in, çevresinde ise bugün bildiğimiz tüm gezegenlerin olduğu tam bir Güneş Sistemi'ni gösteren tablet, gökcisimlerinin bilinen betimleme tarzından farklıdır. Bunları teker teker değil de büyük, ışınlar saçan bir yıldızı çembere alan bir grup olarak göstermektedir. Bu, Sümerlilere göre Güneş sistemini gösteren bir betimlemedir: 12 gök cismini içeren bir sistem. 
Modern gökbilimciliğin tüm temel unsurları Sümer kökenlidir. Gökküre, ufuk ve başucu, dairenin 360 dereceye bölünmesi, üstünde gezegenlerin güneş çevresinde döndükleri göksel bant, yıldızları takımyıldızlar halinde guruplandırma ve onlara zodyak dediğimiz adları ve resimli imgeleri atfetme, bu zodyağa ve zaman bölümlerine 12 sayısını uygulama ve bugüne dek tüm takvimlerin temeli olan bir takvim tasarlama kavramları. Tüm bunlar ve daha fazlası Sümer’de başladı. Mezopotamya astronomisinin sahası çok geniştir, zira sadece arkeologların buldukları bile metinlerden, yazıtlardan, mühür baskılarından, rölyeflerden, çizimlerden, gök cisimleri listelerinden, takvimlerden, Güneş’in ve gezegenlerin doğma ve batma zamanlarını gösteren tablolardan, tutulma tahminlerinden oluşan bir dağ gibidir. Ancak daha sonraki tarihli metinler astronomikten ziyade astrolojiktir. Göklerin ve gök cisimlerinin hareketleri kudretli kralların, tapınak rahiplerinin asli meşgalesi haline gelmiş gibi görünmektedir. Ancak astroloji bile kapsamlı ve doğru bir astronomik bilgi gerektirmekteydi. Böyle bir bilgiye sahip olan Mezopotamyalılar “sabit” yıldızları “gezinen” gezegenlerden ayırt edebiliyor ve Güneş ve Ay’ın ne sabit yıldız ne de sıradan gezegenler olduklarını biliyorlardı. Kuyruklu yıldızlara, meteorlara ve diğer göksel fenomenlere aşinaydılar; Güneş, Ay ve Dünya’nın hareketleri arasındaki ilişkileri hesaplayabiliyor ve tutulmaları tahmin edebiliyorlardı. Gök cisimlerinin hareketlerini izliyor ve bunları Dünya’nın yörüngesi ve Güneş merkezli sistem yoluyla kendi çevresinde dönüşü ile ilişkilendiriyorlardı; Dünya semalarındaki yıldızların ve gezegenlerin doğuşunu ve batışını Güneş’e göre ölçen bu sistem günümüzde hala kullanılmaktadır.
Jupiter, Su Yılanı ve Aslan astronomik özelliklerini gösteren tablet. VAT 7847
Solda; Uruk'lu rahip-astronom Anu Belşunu tarafından kopyalanan, Jupiter, Aslan ve Su Yılanı astronomik özelliklerinin kaydedildiği MÖ 200'e tarihlenen astronomi tableti. Berlin Müzesi VAT 7847.
Göklerdeki gök cisimlerinin Dünya’ya ve birbirine göre hareketlerinin ve konumlarının izini sürebilmek için, Babilliler ve Asurlular doğru göksel takvimler tutuyordu. Bunlar, gök cisimlerinin gelecekteki konumlarını sıralayan ve tahmin eden tablolardı. Profesör George Sarton [Chaldean Astronomy of the Last Three Centuries B.C. (Milatta Önceki Son Üç yüz Yıldaki Kalde Astronomisi)] bunların iki metodla hesaplandıklarını bulmuştur. Daha yeni olanı Babil’de kullanılmıştır, eskisi ise Uruk’ta. Hiç tahmin edilemeyen bulgularına göre, daha eski olan Uruk metodu, daha sonraki sistemden daha gelişmiş ve doğru idi. Bu şaşırtıcı durumu, şu sonuca vararak açıklamıştır: Kalde’nin gökbilimci rahipleri Sümer’in yazılı formüllerini ve geleneklerini izlemişken, Grek ve Romalıların hatalı astronomik fikirleri dünyayı geometrik terimlerle izah eden bir felsefeye kaymasından kaynaklanmıştı.
Mezopotamya uygarlığının gün ışığına çıkarılması ile, diğer birçok alanda olduğu gibi, astronomi alanında da bilgimizin köklerinin Mezopotamya’nın derinliklerine gömülü olduğuna artık şüphe kalmamıştır. Bu alanda da Sümer mirasından yararlanıyor ve bu mirası devam ettiriyoruz. Sarton’un çıkarımları; son derece kesin olan takvimlerin onları hazırlayan Babilli gökbilimcilerin gözlemlerine dayanmadığını bulmaktan dolayı şaşkınlığa uğrayan Profesör O. Neugabauer’in çok kapsamlı çalışmalarıyla da güçlenmiştir. Aksine, bu tablolar,kullanan gökbilimciler tarafından “müdahale edilemeyen,  belirlenmiş bazı sabit aritmetik şemalardan” hesaplanmaktaydılar.
Rahip-astronom Anu-Belşunu tarafından kopyalanan bir astronom1i tableti VAT 7851
“Aritmetik şemalara” böylesine otomatik bir bağlılık, bazı “katı matematiksel teorilere” göre “takvimleri adım adım hesaplama kurallarını veren” ve bu takvimlere eşlik eden “işlem metinleri” yardımıyla sağlanıyordu.  Neugabauer, Babilli gökbilimcilerin takvimlerin ve matematiksel hesaplamaların dayandığı teorilerden bihaber oldukları sonucuna varır. Ayrıca, bu kesin tabloların “deneysel ve teorik temelinin”, büyük ölçüde modern bilginlerin de gözünden kaçtığını kabul eder. Yine de kadim astronomik teorilerin “mevcut olması gerektiğini, çünkü çok detaylı bir plan olmaksızın yüksek karmaşıklıktaki hesaplama şemalarının tasarlanmasının mümkün olamayacağı”na kanidir.
Profesör Alfred Jeremias [Handbuch der AltorientalischeGeistkultur (Doğudaki Ruhbilimin Elkitabı)], Mezopotamya astronomlarının retrograd, yani sabit yıldızlara göre doğudan batıya doğru gider gibi görünme fenomenine aşina oldukları sonucuna varmıştır; bu, gezegenlerin Dünya’dan görülen bariz ve düzensiz yılankavi yol alışıdır ve sebebi de Dünya’nın, güneş çevresindeki yörüngesini diğer gezegenlerden daha hızlı veya yavaş tamamlamasıdır. Böyle bir bilginin önemi, sadece retrograd fenomeninin Güneş çevresindeki yörüngelerle ilişkili bir fenomen olmasında değil, aynı zamanda bu fenomeni kavrayabilmek için çok uzun gözlem dönemlerinin gerekmesinde yatmaktadır.
Bu karmaşık teoriler nasıl geliştirilmişti; bu teorilerin geliştirilmesi için şart olan gözlemleri yapanlar kimlerdi? Neugabauer “işlem metinlerinde, anlamları kısmen bilinse de okunuşları hiç  bilinmeyen çok sayıda teknik terimle karşılaşırız” diye belirtir. Babillilerden çok öncelerde birileri, Babil, Asur, Mısır, Grek ve Roma gibi daha sonra gelen kültürlerindekinden çok daha üstün olan astronomi ve matematik bilgisine sahipti.
Takımyıldızları, yıldızları ve gezegenleri gösteren bir Mezopotamya usturlabı. Pinches
Babilliler ve Asurlular astronomi ile ilgili gayretlerinin büyük bölümünü doğru bir takvim tutmaya adadılar. Bugün kullanılan Yahudi takvimi gibi bu da bir güneş-ay takvimi idi; 365 gününü biraz aşan güneş yılını, 30 günün biraz altındaki kameri ay arasında uygunluk sağlıyordu.  Takvim iş yaşamı ve diğer dünyevi işler için önemliydi; ama doğruluğu aslında Yeni Yıl’ın kesin günü ve anını, diğer bayramları ve tanrılara ibadeti belirlemek için gerekliydi.
Mezopotamyalı gökbilimci rahipler, Güneş, Dünya, Ay ve gezegenlerin çetrefilli hareketlerini ölçmek ve birbirine uyumlandırmak için karmaşık bir küresel astronomiye güvenmekteydi. Dünya bir ekvatoru ve kutupları olan bir küre olarak ele alınmaktaydı; gökler de hayali ekvator ve kutup çizgileriyle ayrılmıştı. Gök cisimlerinin geçişi ekliptik (tutulum), yani dünya’nın göksel küre üstünde Güneş etrafındaki yörüngesinin düzleminin izdüşümü; ekinokslar (Güneş’in yıl içinde tutulum üstünde yaptığı kuzey ve güney hareketi sırasında gök ekvatorunu kestiği gün-tün eşitliği noktaları) ve gündönümleri (Güneş’in yıl içinde tutulum boyunca yaptığı hareket sırasında kuzey ve güneyde en çok yükselimde olduğu zamanlar) ile ilişkilendiriliyordu. Tüm bu astronomik kavramlar bugün de kullanılmaktadır. Ama Babilliler ve Asurlular takvimi veya hesaplanması için dahiyane metotları icat etmediler. Onların takvimi ve bizimki de Sümer kaynaklıdır. Bilginler orada, çok eski zamanlardan beri kullanılan, sonraki bütün takvimlerin temeli olan bir takvim buldular. Asli takvim ve model, Nippur’un, yani Enlil’in merkezinin takvimi idi. Günümüzdeki de bu Nippur takvimine göre şekillenmiştir. Sümerliler Yeni Yıl’ın, güneş’in bahar noktasını geçtiği tam o anda başladığını düşünmekteydiler. 
ProfesörStephen Langdon [Tablets from the Archive Drehem (Drehem ArşivlerindenTabletler)],  MÖ. 2400’lerde bir Ur hükümdarı olan Dungi tarafından bırakılan kanıtların, Nippur takviminin, Güneş’e karşı konumunun Yeni Yıl’ın gelişinin kesin anını belirlemeyi mümkün kılan bir gök cismini seçtiğini gösterdiğini bulmuştur. Bunun, “belki de Dungi devrinden 2000 yıl önce” yapılmış olduğu sonucuna varır, yani M. 4400’lerde !
Sümerliler, gerçekten de ellerinde araç ve gereç olmasa da küresel bir astronomi ve geometrinin gerektirdiği gelişmiş astronomik ve matematik “know-how”a sahip miydiler? Dillerinin gösterdiğine göre, gerçekten de sahiptiler.

Yahudi Takvimi usturlabı
Göklerin kavisi ve yayından söz ederken, DUB terimini- (astronomide) “dünyanın 360 derecelik çevresi” anlamına gelmektedir- kullanmaktaydılar. Astronomik ve matematik hesaplamaları için AN.UR çizdiler; bu da gök cisimlerini doğuş ve batışlarını ona oranlayarak ölçebilecekleri hayali bir “gök ufku”ydu. Bu ufka dikey olarak bir dik çizgi uzattılar: NU.BU.SAR.DA; bunun yardımıyla referans noktasını elde  ettiler ve buna AN.PA dediler. Boylam dediğimiz çizgileri çizdiler ve onları “derecelenmiş boyunduruk”; enlemleri ise “göklerin orta çizgileri” diye adlandırdılar. Örneğin, yaz gündönümünü işaret eden enleme AN.BİL “göklerin ateşli noktası” dediler. Akad, Hurri, Hitit ve kadim Yakın Doğu’nun diğer edebi şaheserleri, Sümerce orjinallerinin çevirileri veya versiyonları olduklarından, gök cisimleri ve fenomenleri ile ilgili Sümerceden alınmış ödünç sözcüklerler doluydular. Yıldız listeleri çıkaran veya gezegen hareketlerinin hesaplamalarını yazan Babilli ve Asurlu bilginler sık sık kopyaladıkları veya çevirdikleri Sümer orjinallerinden söz etmişlerdir. Asurbanipal’in Ninova’daki kütüphanesinde de olduğu söylenen astronomi ve astrolojiye hasredilmiş 25000 tablet sümer kökeninin tanınmasıyla ilgili notlar içermektedir. Babillilerin “Rabbin Günü” dedikleri büyük bir astronomi dizisi, katiplerince açıklandığına göre, Akadlı Sargon’un zamanında, yani MÖ. üçüncü bin yılda yazılmış olan bir Sümerce tabletten kopya edilmiştir. Ur’un üçüncü hanedanına, yine MÖ. üçüncü bin yıla dayandırılan bir tablet bir dizi gök cismini öylesine net biçimde sıralamakta ve tarif etmektedir ki, bünümüz bilginleri bunun, aralarında kuzey semalarında Büyük Ayı, Ejderha, Çalgı, Kuğu ve Üçgen ve güney semalarında Avcı, Büyük Köpek, Su yılanı, Kargo ve Erboğa bulunan takım yıldızların sınıflandırılmasıyla ilgili bir metin olduğunu anlamakta hiç zorluk çekmemişlerdir.
Kadim Mezopotamya’da göksel bilgini sırları, gökbilimci rahipler tarafından korunmakta, incelenmekte ve yayınlanmaktaydı. Bu kayıp “Kalde” bilimini bize geri verdiği söylenen üç bilginin Cizvit papazları olması, belki de çok uygundu: Joseph Epping, Johann Strassman ve Franz X. Kugler. Bir başyapıtında[Sternkunde und Sterndienst in Babel (Babil’de Yıldız Bilimi ve Yıldızhizmetleri)] muazzam sayıda metin ve listeyi analiz ve deşifre etmiş, düzenlemiş ve açıklamıştır. Bir yerde, matematiksel olarak “gökleri geri döndürerek”, MÖ. 1800’lerde Babil göklerindeki otuz üç gök cismine ait listenin, bugünkü gruplamalara göre dikkatle düzenlenmiş olduğunu göstermiştir !
2160 yılda bir devreden Burçlar  kuşağı
Hangilerinin gerçek grup, hangilerinin sadece alt grup olduğuna karar vermek için yapılan birçok çalışmadan sonra, dünyanın astronomi topluluğu (1925’te) Dünya’dan görünen gökleri kuzey, merkezi, güney olarak üç bölüme ayırma ve buralardaki yıldızları seksen sekiz takım yıldız biçiminde gruplama konusunda anlaştı. Sonrada anlaşıldı ki, bu düzenleme hiç de yeni değildi zira gökleri üç banda veya “yola” bölen ve bunlara çeşitli takım yıldızlar tayin edenler ilk olarak Sümerlilerdi; kuzey “yolu” Enlil’in adını almıştı, güney ise Ea’nın, merkezi bant ise “Anu yolu” idi. Günümüzün merkezi bandı, yani burç kuşağını oluşturan on iki takım yıldızın bandı, Sümerlilerin yıldızları on iki ev olarak grupladıkları Anu Yolu’na tam olarak denktir.
Günümüzde olduğu gibi antik çağlarda da fenomenler burç kuşağı kavramıyla ilişkilendirilmekteydi. Güneş’in çevresinde Dünya’nın çizdiği büyük daire, her biri otuz derece olan on iki eşit parçaya bölünmüştü. Bu parçalardan her birinde görülen yıldızlar veya “evler”; her biri yıldızların veya grubun oluşturur gibi göründüğü biçimlere göre adlandırılan bir takım yıldız halinde gruplandırılmıştı. Takım yıldızlar ve alt bölümleri ve hatta takım yıldızlar içindeki tekil yıldızlar bile Batı uygarlığına ağırlıklı olarak Grek mitolojisinden ödünç alınan isim ve tariflerle ulaştığından, Batı dünyası bu başarıyı iki bin yıl boyunca Yunanlılara atfetmiştir. Ama erken dönem Grek gökbilimcilerin Sümerlilerden elde ettikleri hazır bir astronomiyi sadece kendi dil ve mitolojilerine uyarladıkları artık anlaşılmıştır. Burç kuşağı dediğimiz “Zodyak” kelimesi, Yunanca zodiakos kyklos’dan (hayvan dairesi) gelmektedir çünkü yıldız gruplarının yerleşimi bir aslana, balıklara vb. benzetilmiştir. Ama bu hayali şekiller ve isimler aslında on iki Zodyak takım yıldızını UL.HE (parlak sürü) diye adlandıran Sümerlilerce türetilmiştir. 
Burç kuşağından resimsel betimlemeler
1. GU.AN.NA (göksel boğa) –Boğa
2. MAŞ.TAB.BA (ikizler) – İkizler
3. DUB (cımbız,kıskaç)- Yengeç
4. UR.GULA (aslan) –Aslan
5. AB.SİN (Babası Sin idi)- Bakire, Başak (Sin’in iki kızı var. İnanna ve Ereşkigal)
6. Zİ.BA.AN.NA (göksel kader) –Terazi
7. GİR.TAB (deşen ve kesen)- Akrep
8. PA.BİL (savunmacı,Okçu)- Yay
9. SUHU.MAŞ (keçi balığı)- Oğlak
10. GU (suların tanrısı, su taşıyıcısı)- Kova
11. SİM.MAH (balıklar)- Balık
12.Ku.Mal (tarlada yaşayan)- Koç
Burç kuşağının resimsel betimlemeleri veya işaretleri, adları gibi, Sümer’de ortaya çıktıklarından beri hiç değişmeden kalmıştır.
Anu, Enlil ve Ea Yolu

A. Anu Yolu; Güneş, gezegenler ve Zodyaktaki takımyıldızların göksel bandı
B. Enlil Yolu; kuzey seması
C. Ea Yolu, güney seması
Teleskobun kullanılmasına kadar Avrupalı gök bilimciler sadece kuzey semalarındaki on dokuz takım yıldızı tanıyan Ptolemik görüşü kabul ediyordu. 1925’te şu an geçerli olan sınıflandırma üstünde fikir birliğine varılana dek, Sümerlilerin Enlil yolu dedikleri bölgede yirmi sekiz takım yıldız tanınmıştı. Eski Sümerlilerin, Ptolemi’nin tersine, kuzey semalarındaki bütün takım yıldızları tanımış, tanımlamış, gruplandırmış, adlandırmış ve sıralamış olduklarını öğrendiğimizde artık şaşmamak gerek.
1900’de T.G.Pinches, Kraliyet Asya Bilimleri Derneğine tam bir Mezopotamya usturlabını tekrar bir araya getirmeyi ve yeniden kurmayı başardığını bildirdi. Pinches bunun bir pasta gibi on iki dilimle ve merkezi bir olan üç daireyle, sonuçta otuz altı kısma ayrılmış yuvarlak bir disk olduğunu gösterdi. Desenin tamamı, her birinde bir ayadı yazılı olan on iki “yapraklı” bir rozet görüntüsüne sahipti. Pinches bunları Mezopotamya takviminin ilk adı olan nisannu ile başlayarak I ile XII arasında numaralandırdı.Ayrıca, otuz altı kısmın her biri de bir ad ve altında, bunun bir gök cisminin adı olduğunu belirten küçük bir daire içermekteydi. Bu adlar birçok metin ve “yıldız listesi”nde bulunmuştur ve bunlar şüphesiz takım yıldızların, yıldızların veya gezegenlerin adlarıdır. Otuz altı kısmın her birindeki gök cisminin adının altında ayrıca bir sayı yazılıydı. En içteki halkada, sayılar 30’dan 60’a kadardı, ortadaki halkada 60’tan 120’ye kadar olup, en dış halkada ise 120’den 240’a kadardı. Bu sayılar neyi temsil ediyordu? 
Pincehs’in sunumundan yaklaşık elli yıl sonra yazan gökbilimci ve Asurolog O. Neugebauer[A History of Ancient Astronomy: Problems and Methods (Kadim Astronomi Tarihi:Problemler ve Metodlar)] ancak şunu söyleyebilmişti:  “Tüm metin, her birinde bir takım yıldızın adını ve öneminin ne olduğu henüz belli olmayan basit sayılar bulduğumuz otuz alt alanlı bir tür şematik gök haritası oluşturmaktadır.” Konunun önde gelen uzmanlarından B.L.Van der Waerden[Babylonian Astronomy: The Thirty-Six Stars (Babil Astronomisi: Otuz altıYıldız)]  bu sayıların belli bir ritmle azalıp çoğalması üstünde düşünmüş ve ancak “sayıların, gün ışığının süresi ile bir ilgisi var” diye önerebilmişti.
En erken Sümer zamanlarından itibaren görülen Boğa-Aslan çekişmesi

Bu muammalı sayılar, başlangıç noktası Kuzey Kutbu olacak biçimde gök kavsinin derecelerini temsil eder, bu usturlab, bir düzlemküre, yani bir kürenin bir düz yüzeydeki temsilidir. Bulunan Sümer tabletleri arasında yıldızlar ve takımyıldızların doğru göksel konumlarını gösteren listeler, yıldızlar ve gezegenlerin doğuş ve batışlarını gözlemlemek için kitapçıklar vardı; hatta bir metin gezegenler arasındaki uzaklıkları bile vermekteydi.  Sümer resimleri ve tabletlerinde göksel betimlemeler, değinmeler ve şekiller oldukça fazladır ve çok da ilginçtir.Bunlarda Güneş sistemi doğru bir şekilde gösterilmiş, Güneş çevresinde dönen gezegenler sırayla ve arasındaki uzaklıklarla verilmişti.  Sümer kozmolojisi de Mars ile Jüpiter arasındaki boş yerde büyük bir gezegenin olduğu konusunda ısrarcıdır: on ikinci gezegen (NİBİRU ‘geçiş gezegeni’). Mars ve Jüpiter arasından her 3600 yılda bir geçen başka bir gezegen. 
Gerileme (presesyon); Dünya’nın kuzey-güney ekseninin yalpalamasıyla meydana gelen ve (Kuzey yıldızını işaret eden) Kuzey Kutbu'nun ve Güney Kutbu’nun göklerde büyük bir daire çizmesine sebep olan fenomendir. Dünyanın takım yıldızlardan oluşan fon önündeki bariz gerilemesi yılda bir kavsin elli saniyesi veya yetmiş iki yılda bir derecedir. Dolayısıyla büyük daire, yani Dünya’nın Kuzey Kutbu’nun yine aynı Kuzey Yıldızı’nı işaret etmesi için geçen süre 25.920 yıldır (72x360); yani gök bilimcilerin Büyük Yıl veya Eflatun Yılı dedikleri şeydir. Çeşitli yıldızların doğuşu ve batışı antik çağlarda önemli görülürdü ve Yeni Yıl’ı müjdeleyen bahar noktasının kesin olarak belirlenişi, meydana geldikleri burç evi ile ilişkilendiriliyordu. Gerileme sebebiyle, bahar noktası ve diğer göksel fenomenler yıldan yıla gerileyerek, en sonunda 2160 yılda bir kez tam bir burç evi kadar gerilemekteydi. Astronomlarımız, MÖ. 900’lerdeki bahar noktasını saptayan bir “sıfır noktası” (Koç’un ilk noktası) uygulamaya devam ediyorlar ama bu nokta artık iyiden iyiye Balık evine kaymıştır. MS. 2100’lerde bahar noktası ondan önce gelen Kova evinde meydana gelmeye başlayacaktır. Bazılarının Kova Çağı’na girmek üzere olduğumuz söylerken kastettikleri budur. Bir burç evinden diğerine doğru kayma iki bin yıldan fazla sürdüğünden, bilginler Hipparkus’un MÖ. ikinci yüzyılda gerilemeyi nasıl ve nereden öğrenmiş olabileceğini merak etmişlerdi. Artık kaynağının Sümer olduğu bellidir. Profesör Langdon’un bulguları, MÖ. 4400’lerde, Boğa Çağında oluşturulan Nippur takviminin gerileme ve ondan 2160 yıl daha önce meydana gelen burç kuşağı gerilemesine ait bilgiyi yansıttığını meydana çıkarmaktadır. Mezopotamya astronomi metinleri ile Hitit astronomi metinlerini bağdaştıran Profesör Jeremias da eski astronomi tabletlerinin Boğa’dan Koç’a doğru değişimi kaydetmiş oldukları fikrindedir; Mezopotamya’lı gökbilimcilerin Koç’tan Balık’a doğru değişimi de tahmin ettikleri ve bekledikleri sonucuna varmıştır. Bu çıkarımlara atıfta bulunan Profesör Willy Hartner [The Earliest History of Constellationsin the Near East (Yakın Doğu’daki takımyıldızların En Eski Hikayesi)] Sümerlilerin, arkalarında bunu belirten bol miktarda resimsel kanıt bıraktıklarını belirtmiştir. Bahar noktası Boğa burcunda iken, yaz gündönümü Aslan burcunda meydana gelmişti. Hartner, Sümer betimlemelerinde en erken zamanlardan itibaren görülen, çok tekrarlanan bir boğa-aslan “çekişmesi”  motifine dikkatleri çeker ve bu motiflerin, MÖ. 4400’lerde Boğa takımyıldızının ve Aslan takımyıldızının konumlarını (Ur gibi) 30 derece kuzeydeki bir noktadaki gözlemciye sunduğunu söylemiştir.
Bilginlerin çoğu Sümerlilerin Boğa’yı ilk takımyıldızları olarak vurgulamasının, sadece burç kuşağının MÖ 4000’lere dayanan eskiliğini değil, aynı zamanda Sümer uygarlığının öyle birdenbire başladığı zamanı da belirttiğini düşünmekteler. Profesör Jeremias [Old Testament in the Light of the Ancient East (Kadim Yakın Doğu’nun Işığı Altında Eski Ahit)], Sümer’in zodyaksal-kronolojik “sıfır noktası”nın tam olarak Boğa ve İkizler arasında durduğunu gösteren kanıtlar bulmuştur, bu ve diğer verilerden, burç kuşağının İkizler çağında, yani Sümer uygarlığı başlamadan bile önce tasarlandığı sonucuna varmıştır. Berlin Müzesi’ndeki bir tablet (VAT.7847) Zodyak takımyıldızlarının listesine Aslan ile başlayan ve bizi insanoğlunun toprağı işlemeye henüz başlamış olduğu MÖ. 11000’lere geri götürür.

Sitchin Kaynaklarından yararlanılmıştır.
 
 
 

 








1 Mart 2015 Pazar

Sümer Matematiği

Antik Yunan Aldatmacası'nın bir bölümüdür.

Sümerler, aritmetikte olduğu gibi geometride de ileriydi. Yakın zamanlara kadar, geometrideki temel gelişmeler “Helen-Hristiyan ülküsü” saplantısı dolayısıyla, Batılı araştırmacılar tarafından hep Yunanlı matematikçilerin başarı hanesine yazılır ve başka kavimlerin herhangi bir başarıya ortak edilmesi istenmezdi. Ne var ki tarihi gerçekler böyle değildir.
Matematik tarihinde Yunanlı üç ünlü matematikçiden söz edilir.  Bunlar Tales (MÖ. 624-546), Pisagor (MÖ 572-490) ve Öklid (MÖ 365-300)’tir. Matematik tarihinde kayda değer bütün başarılar bu üç matematikçinin başarısına indirgenir.Tales teoremi, Pisagor teoremi ve Öklid bağlantıları, onlardan en az bin yıl önce Mısır’da, Sümer’de, Elam’da ve İndüs’te bilinmekteydi ve okullarda ders olarak okutulmaktaydı.  Öklid geometrisinin belli başlı konularını kapsayan birçok analitik geometri sorusu, Sümer’de öğrencilerin önüne konuluyordu. 
Tales aslen Fenikelidir.  Ailesi sonradan Anadolu'nun batısında, Ege bölgesinde (klasik adı Meander olan) 'Büyük Menderes Nehrinin hemen ağzına yakın deniz kıyısında antik bir liman şehri olan Milet’e yerleşmiştir. Babası yunanca bilmezdi. Tales’ten bin yıl önce bile önemli bir kent olan Milet, Hitit belgelerinde de adı Milavanda olarak geçer.
Rodos’lu Eudemos, Mö 4. Yüzyılda yazdığı “Matematik Tarihi” adlı eserinde, Tales’i, geometriyi Mısır’dan Hellas’a getiren kimse olarak tanıtır.
Pisagor,  Doğu’da, matematiğin doğduğu ülkede 20 yıldan fazla kaldı. Babil’de, İndus’ta ve Mısır’da matematik ve felsefe öğrendi. Mısır’da Firavun Amasis (MÖ 570-526) onu Memfis rahipleriyle tanıştırdı. Amasis, o sıralarda Babil kralı Nebukadnezar’a karşı Yunanlılarla ittifak yapmak için Yunanlıları hoş tutmaya çalışıyordu. Eski Yunan’da gizli bir din okulu kurdu. Öklid ise İskenderiye’lidir.
Mezopotamya’daki yazıcı okulları, bir anlamda günümüzün araştırma enstitüleri gibi işlev görürlerdi. Öğretim için var olan bilgiler toplanıyor, düzenleniyor ve bir yönteme göre öğrencilere aktarılıyordu. Yazıcının eğitim ve öğretimi  yalnızca okuma ve yazma ile sınırlanmış değildi; beklenen işlevleri yerine getirebilmesi için  matematik de bilmesi gerekiyordu.  
Çeşitli müzeleri süsleyen birçok belge, matematiğin  kökenlerinin kadim Yunan değil, Sümerlere dayandığını apaçık kanıtlamaktadır. 
Sümer çağına ait pek çok eser Londra’da British Museum’da sergilenmektedir. Eserlerin önemli bir bölümü ise Babil Müzesi’nde sergilenmekteydi. Ancak Amerikan saldırısında müze soyuldu. Binlerce eserden tek bir ipucu bile bulunamadı. ABD, ne nükleer silah, ne kimyasal silah buldu. İnsanlık tarihinin en eski ve belki de en önemli eserleri çalındı.
Uruk IV katmanında (MÖ. 3100) çok çeşitli tabletler yanında matematik, astronomi ve benzeri bilimsel metinler bulunmuştur. Ancak en önemli matematik tabletleri eski bir  Sümer yerleşmesi olan Şaduppum’da (bugünkü Tel Harmal)’da bulunmuştur. 
Bugünkü Bağdat varoşlarındaki Tel Harmal, Hammurabi fetihlerinden önceki dönemde Eşnunna hükümranlığı sırasında eski Şaduppum kenti olarak bölgenin idari merkeziydi. Bu ad “hazine, muhasebe ofisi” anlamına gelir. Bu höyük Irak Eski Eserler Dairesi tarafından kazılmış ve Babil yönetimiyle ilgili 4000 yıllık eşsiz kanıtlar; çok sayıda çivi yazılı belge elde edilmiştir. Bu belgeler arasında idari ve edebi metinler, mektuplar, yasa derlemeleri, coğrafya, zooloji ve botanik terimlerinden oluşan uzun listeler ve belki de en ilginç olanı, bir grup matematik metni vardır. Bunlar, diğer bazı tabletler gibi, orada bulunmuş olması gereken bir yazıcılık okulu öğrencileri tarafından kopya edilen metinlerdir. Olağanüstü bir matematik bilgisi önümüze sererler.
Tel Harmal’da bulunan metinlerden başka MÖ. 1900’de Mısır’da yazılmış “Moskova Papirüsü”, MÖ 1850 yıllarında yine Mısır’da yazılmış “Rhind Papirüsü” ile aynı dönemlerde Sümer’de yazıldığı anlaşılan “Plimpton 322 tableti” ve adını Kahun kentinden alan-  Kahun Papirüsleri,  matematik tarihinin en önemli ve en eski belgeleridir. Bu belgelerde yer alan problemler ve çözümler Tales, Pisagor ve Öklid bağıntıları ile ilgilidir ve geometrik problemler üzerinde durulmuştur.
Rhind Papirusü, MÖ 1650 yılında Rahip Ahmes’in (Ahmose) 200 yıl öncesindeki eski metinlerden kopya ettiği bir  matematik papirüsüdür. 6 metre uzunluğunda ve 33 santim genişliğinde bir rulodur. Papirüs, 1858 yılında İskoçyalı araştırmacı Alexander Henry Rhind (1833-1863)  tarafından Nil ırmağı kıyısındaki küçük bir kasabadan satın alınmış ve bu nedenle Rhind Papirüsü adını almıştır; Ahmes Papirüsü adıyla da bilinir. British Museum’da, Rhind kolleksiyonu arasında bulunan papirüs tomarının kılıfı şu başlığı taşır: “Doğayı inceden inceye araştırmanın ve var olan her şeyi öğrenmenin kuralları.Bu rulo, kral Aauserre’nin otuz üçüncü hükümdarlık yılında, kral Nemare (MÖ 1880-1850) zamanında yazılmış eski bir kitabın tıpatıp kopyasıdır. Bu kopyayı çıkaran yazıcı Ahmes’tir.” Papirüsün içeriğinde  85 adet problem ve çözümleri bulunmaktadır.
Moskova papirusu ise Mısırbilimci (egyptologist) Vladimir Golenishchev tarafından 1892 de Mısır’da satın alınmıştır. Rind papirüsünde 200 yıl kadar daha eskidir. Bugün Moskova’da Pushkin State Museum of Fine Arts’ da sergilenmektedir. İçerisinde 25 adet problem ve çözümleri vardır.
Plimpton 322 tableti ise Columbia Üniversitesinde G.A. Plimpton koleksiyonunda bulunan 322 numaralı tablettir.Pisagor üçlüsü problemi üzerinde durulmuştur tablette. (Pisagor üçlüsü; olacak şekilde (a,b,c) üçlüleri bulma problemidir).
Ayrıca günümüzde bundan başka 300 civarında Babil tableti vardır, bunların okunma çalışmaları çeşitli müzelerde halen devam etmektedir.
Asurbanipal (MÖ 668-627 arasında hüküm sürmüş son büyük Asur kralı)  tarafından Ninova’da bir araya getirilen bir kütüphanenin kalıntılarında Layard ve meslektaşları 25.000 tablet çıkardı, bunların bir çoğu kadim katipler tarafından  “eski metinlerin” kopyaları olarak tarif edilmişlerdi.   İçlerinde matematik tabletleri de vardı. Bir tablette Asurbanipal’in ağzından şu ifadeler vardı: “katiplerin tanrısı, bana sanatının bilgisini lütfedip hediye etti. Yazının gizlerine inisiye edildim. Şumerce yazılmış olan çetrefilli tabletleri bile okuyabilirim, Tufandan önceki günlerin taş yontularındaki muammalı sözleri anlıyorum.”
 Asurbanipal akademik başarılarıyla övünmekteydi. Ünlü bir yazıtta okul günlerinden şöyle söz eder: “Yazıcılık bilgilerinin bütün gizlerini öğrendim. Karmaşık matematik evrik değerleri ve çözümsüz gibi görünen çarpımlar yapabilirim. Sümercesi çapraşık, Akadcası zor anlaşılır tabletleri okuyabilirim…"

Bilinen matematik belgelerinin çoğu Tel Harmal’dan gelenler gibi okul metinleridir. Bunlar eski Babil devrine aittir ve o dönemde sistemin tam anlamıyla gelişmiş olduğunu gösterir. Çarpma ve bölme işlemleri, kare ve karekök hesapları, küp ve küp kökler, evrik değerler, üslü fonksiyonlar, bazı kübik denklem çözümleri için gerekli kare ve küp toplamlarıyla ilgili tablolar, daha o dönemde tabletlere geçirilmiş durumdadır. Bir tablette kuralsız sayıların evrik değerleri için yaklaşık sonuçlar hesaplanmış, karekök 2 ve karekök 3 için yaklaşık değerler elde edilmişti. Bu tablolar sistemi, MÖ 1800 deki şekliyle bile Babillileri eski çağın tüm matematikçilerinin önüne geçirmeye yeter. Plimton 322 tabletinde toplam 15 adet Pisagor üçlüsü bulunmaktadır ve içlerinde  (13500, 12709, 18541) gibi büyük üçlüler de vardır. Pisagor teoremi olarak bilinen kuralın, Pisagor’dan çok önceden beri Babillilerde kullanılıyor olduğu, Plimpton 322 ve diğer Babil tabletleri sayesinde günümüzde kabul görmektedir. Plimpton 322 de başka konular da ele alınmıştır. Örneğin  kök2 sayısının yaklaşık değeri için: kök2 = 1 + 24/60 + 51/602 + 10/603 = 1.41421297... formülü kullanılarak virgülden sonra 5 basamakla yaklaşılmıştır. Solda, Tales'e, Pisagor'a ve Öklid'e dayandırılan bilgilerin Sümer'de öğretildiğinin kanıtı olan tabletlerden biri.Bir dik üçgen üzerinde birbirini izleyerek çıkarılan diklerin uzunluklarını Sümerli matematikçiler hesaplayabilmekteydi.
Tablolu metinler dışında, cebir ve geometri problemlerinin formülasyon ve çözümüyle ilgili çok çeşitli problem metinleri de vardır. Bunlara su kanalı kazmak veya genişletmek, askeri mühendislik, toprak taşıma, mesaha surveyleri gibi, günlük pratik konular da dahildir. Aritmetik tablolarının çoğu, ağırlık ve ölçü tablolarıyla birleştirilmiştir. Üslü fonksiyon tabloları bileşik faiz hesaplarında da kullanılırdı. Ve tuğla, asfalt, bakır ve arpa gibi gündelik maddelerle ilgili özel “katsayı” tabloları da vardı.

Babil matematiğinin daha çok cebirsel olarak işlediği görülür. Çok sayıda problem, olağan ikinci derece denklem formuna indirgenerek çözülmüştür; bu da dikkate değer bir gelişmedir. Ayrıca dördüncü ve altıncı dereceden özel tip denklem çözümleri ayarında örnekler de vardır; Susa’da bulunan bir tablette, sekizinci derece özel bir denklem karşımıza çıkar.
Bir tablette çokgenlerle çember alanları arasında bağlantı kuran problemlerin listelenmesi, tartışma götürmez biçimde teorik nitelik taşır.
Babilliler günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce “basamak değerini” kullandılar . Babilliler bu basamaklı sayı sistemini hem  hem tamsayıları hem de kesirleri belirtmek için kullandılar. 
Sümerliler geometri problemlerinin çözümünde ortaya çıkan ikinci derece denklemleri çözmüşlerdi. Hammurabi döneminde de Babilliler, sayıların bizim cebirsel denklemlerle ifade ettiğimiz özelliklerini biliyorlardı. İkinci dereceden denklemleri tablolar yardımıyla ya da günümüzdeki gibi kareköklü bağıntılarla çözmesini biliyorlardı. İki değişkenli ikinci  dereceden denklemleri, hatta üçüncü ve dördüncü dereceden denklemleri kapsayan problemleri çözüyorlardı. X3 + x2 = 252 kübik denkleminin, hatta xy+x-y =183 , x+y = 27 denklem sisteminin çözümünü biliyorlardı.
Bizim (a+b) 2 = a2+2ab + b2 ile belirttiğimiz eşitliği ve bu ilişkiyi ikinci dereceden denklemlerin “tam kareye tamamlanmasında” ve dolayısıyle çözümünde kullanıyorlardı. 
Babilliler bir dairenin alanını, çevresinin karesinin 1/12 sini alarak hesaplıyorlardı. Yani pi’nin değerini 12/4=3 alıyorlardı. Susa’da bulunan bir tablette ise л = 3+1/8=3.125 değerini kullanmışlar.
Mısırlılar, daire alanlarını gerçek değerlerine şaşırtıcı derecede yakın tahmin etmişlerdir. Çapı  d olan bir dairenin alanını (d-d/9)2 = [(8/9)d]2 bağıntısıyla; çapının “dokuzda sekizinin” karesini alarak hesaplıyorlardı. Bu da; bir daire alanının, kenar uzunluğu dairenin çapının 8/9’u olan karenin alanına eşit varsayıldığı anlamına gelir. 
En zorlu problemler sözcüklerle ifade ediliyordu. Örneğin bir tahıl öbeğinin boyutu veriliyor ve içeriğinin nasıl hesaplanacağı soruluyor, ya da bir tahıl yığınının çevresi ve eğimi verilip yüksekliğinin hesaplanması isteniyordu:
"Bir öbek. Çevresi 30.1 cubit’te eğim: 0,15. Yükseklik nedir? Sen 0,15 eğimi ikiyle çarp, 0,30 bulacaksın. 0,30’un tersini al. 2 bulacaksın. 0,30 çapı 2’yle çarp. 1 bulacaksın, yani yükseklik. Yöntem (budur)." 
Bu tür metinlerde görülen matematik bilgisi son derece gelişmiş ve cebir mantığına dayalıdır. Örneğin Babilliler 2’nin karekökünü doğru olarak hesaplamış ve geometrik hesaplamalarında kullanmışlardı. Dik açılı bir üçgende hipotenüsün karesinin diğer iki kenarın karelerinin toplamına eşit olduğunu (Pisagor Teoremi) biliyorlardı. Bu hesaplamaların çoğunun temeli, sayıların altmışlık sistemle ve tersleriyle (yani 60’ın o sayıya bölünmesi) sıralandığı tablolarda verilen bilgiydi ve bunların oluşturulması  Babil okullarının pek çok başarısından biridir.
Eski Babil matematikçileri, bazı karmaşık geometrik ilişkileri biliyorlardı. Bu şekil kuramsal içerikli görünen az sayıdaki Eski Babil matematik metinlerinin birinden alınmıştır. Tablet, öğrencinin çeşitli şekiller için alan hesabı yapmasını gerektiren geometrik alıştırmalar içermektedir. Kenarı 1 olan bir kare. İçinde 4 adet çeyrek daire ve 16 adet kayık şekli var. 5 tane eşkenarlı içbükey dörtgen çizdim. Bunun alanı nedir ?"
Mısırlı matematikçiler  kesik bir piramidin hacmini veren doğru bağıntıyı bulmuşlardı: Moskova Papirüsünün bu konuya ilişkin ünlü problemi şöyledir: “Bir kesik piramidin hesaplanmasıyla ilgili örnek. Biri sana der ki: bir kesik piramidin hacmi hesaplanacak: Yüksekliği 6 kübit, taban kenarının uzunluğu 4 kübit, üst kenarın uzunluğu 2 kübit. 4’ün karesini hesapla; 16 bulursun. 4'ün iki katı 8 olur. 2’nin karesini hesapla, 4 bulursun. 16, 8 ve 4 sonuçlarını topla. 28 elde edersin. 6’nın 1/3’ünü hesapla. 2 bulursun. 2 kez 28, 56 olur. Gördün mü ? Bulduğun 56, aradığın hacim olur.” V= h/3 (a2+ab+b2) a ve b kesik bir piramidin alt ve üst kenar uzunlukları, h=piramidin yüksekliği. Bu bağıntı Mısırlıların kesik piramidin hacminin doğru hesaplandığını gösterir.
Örneğin British Museum’da bulunan bir Babil tabletinin bir çevirisi şöyledir; Uzunluk 4 ve köşegen 5. O zaman genişlik kaç? Ölçüsü bilinmiyor. 4 kere 4, 16 eder. 5 kere 5, 25 eder. 25 ten 16 çıkarırsan 9 kalır. 9 elde etmek için kaç kere kaç almalıyım? 3 kere 3, 9 eder. Genişlik 3."
Rind Papirüsündeki bir problem: “Çapı 9 birim olan dairesel bir arazi parçasının hesaplanmasına ilişkin yöntem. Arazinin alanını bul. Çapın 1/9’unu çaptan çıkar, 8 kalır. (8‘i 8 kez hesapla, 64 bulursun. İşte bu arazinin alanı olur.” Bu yönteme göre 64= pi (9/2)2 ve dolayısıyla pi = 64 / (4.5)2 = 3.160493827  bulunur.

Strasbourg Tableti’nin tümü üçgen biçimli tarlaların bölüştürülmesine ilişkin otuz problemi kapsar.
Şu anda British Museum’da bulunan, eski Babil tableti: Eşmerkezli daireler, etrafı hendek ve bentle çevrili bir köyü tanımlıyor. Köyü simgeleyen iç dairenin çevresi, köyle hendek arasında  sabit bir mesafe, hendeğin hacim ve derinliği, bentin eğilme derecesi veriliyor ve belirli geometrik hesaplar gerektiren bir problem soruluyor; “..hendeğin arkasına bir bent yaptım; eğilim derecesi, her dirsekte bir dirsek. Bentin taban, tepe ve yüksekliği nedir ?” Tablet yüksekliği 22,9 cm. 



Yararlanılan Kaynaklar :
Joan Oates. Babil. 2004
İbrahim Okur. Sümer Matematiği. 2008
Altay Gündüz. Eski Mezopotamya ve Mısır. 2002
Zecharia Sitchin eserleri. 
http://www-history.mcs.st-and.ac.uk/HistTopics/Babylonian_Pythagoras.html
http://aleph0.clarku.edu/~djoyce/mathhist/plimpnote.html
oracc.museum.upenn.edu/dccmt







27 Şubat 2015 Cuma

Antik Yunan Aldatmacası



“Antik Yunan” ‘ın temeli Mezopotamya Uygarlığıdır.
Antik Yunan aldatmacısı; “Batı”, Batı ideolojisi / felsefesi/ dünya görüşünün / uygarlığının  birinci dayanağıdır.  “Batı”, Batı ideolojisi / felsefesi / dünya görüşünün / uygarlığının  ikinci dayanağı ise Yahudi-Hristiyan öğretisidir /  (Kutsal Kitap öğretisi) .
Bu iki dayanak / öğreti ile  Antik Yunan / Helen uygarlığı  devamlı olarak ‘Doğu’ uygarlığının karşıtına/ karşısına konmuştur. Oysa Antik Yunan / Helen uygarlığı ‘Doğu’  uygarlığının karşıtı değildir. Doğu uygarlığının bir parçasıdır , kaynağı Antik Mısır ve Mezopotamya’dır ve ‘Doğu’ uygarlığından kaynaklanmıştır. Antik Yunan Genişletilmiş  Beş Deniz Bölgesi’ne dahildir. (Beş Deniz Bölgesi ayrıca incelenecektir.)

Bu konuda insanlık tarihi açısından çok önemli bir çarpıtma yapılmıştır ve bu  çarpıtma Batı kaynaklıdır. Yani neden Antik Yunanistan-Helen uygarlığı , “Ortadoğu” kavramından - bölgesinden, daha doğrusu Beş Deniz Bölgesinden çıkarılmış ve bunun  karşısına konmuş / oturtulmuştur. Sanki karşıtı imiş gibi. Oysa Antik Yunan kültürünü yaratan kesinlikle “doğu”dur. Bu konuda sayısız kaynak vardır. Batı, köksüzlüğüne bir çare olarak gördüğü bu iki unsura sımsıkı sarılmıştır. Dayanaklarından biri olarak Antik Yunan uygarlığını göstermiş, ikinci olarak da Yahudi-Hristiyan öğretisine, Kutsal Kitaba sarılmıştır. Batı düşüncesi; bu iki unsuru da alıp (bir anlamda ters çevirip), sanki bunlar Doğu’nun karşıtı imiş gibi,  Doğu’nun karşısına koymuştur /  ve “karşıt” yaratılmıştır. Bu ırkçı bir görüştür.  Batı sadece bu iki unsur üzerinde ayakta durur. Bir de bunlara yine kendilerine özgü “hile ve desise” gibi kavramları da eklersek bu üçlü sacayağı altlarından çekildiğinde Batı “yok” tur. Yapılmak istenen bir Doğu-Batı karşıtlığı yaratmak (ırksal ve etniksel bir kurcalama yapmak)  veya bunu körüklemek de değildir. Meseleye böyle bakmamak gerekir. Ancak geçmişimizin doğru bir biçimde ve tutarlı bir şekilde ortaya konması tüm insanlığın yararına olacaktır. Bir çok çarpıtmadan sıyrılmak geçmişi incelemekle mümkün olabilecektir.

Antik Yunanistan-Helen uygarlığı ve Yahudi-Hristiyan öğretisi /  (Kutsal Kitap öğretisi) unsurlarının   kaynağı Mezopotamya’dır. Bu uygarlık Beş Deniz Bölgesine dahildir. Buranın bir parçasıdır. Buradan kaynaklanmıştır.

Antik Yunanistan’da üretilen bütün mitlerin ve efsanelerin kaynağı Mezopotamya ve Mısır’ dır. Bu konuda da sayısız örnek verilebilir.

 “Batı düşüncesinin iki ana kaynağı, Kitabı Mukaddes ve Yunan, Enki’yi biliyordu” dır. (Kramer. Sümer’lerin Kurnaz Tanrısı Enki, 39.) “Enki – Akadca metinlerde adı genellikle Ea diye geçer,- Mezopotamya’dan yayılan ve bugünkü Türkiye ve Kuzey Suriye’yi içine alan Hitit İmparatorluğu’ndan geçerek kadim dünyanın geniş bir coğrafi alanında… tanınır hale gelmişti.” (Kramer. …Enki. 24)
Enki’nin; İÖ. Üçüncü yüzyılda Babil rahibi Berossus’a atfedilen Yunan metinlerinde Kronos olarak belirmesi, onun hakkında yazılmış Sümerce öykülerden iki bin yıl sonra Mezopotamya edebiyat geleneğinin devam ettiğini gösterir. “ (Kramer,  …Enki. 23)

Üçüncü binyıldan itibaren Sümer kültürünün ve uygarlığının, doğuda Hindistan’a ve batıda Akdeniz, güneyde eskiçağ Etiyopyasına ve kuzeyde Hazar Denizi’ne kadar yayılmış olduğuna inanmak için geçerli nedenler vardır.” (Kramer, Sümerler. 15)

İÖ ikinci yüzyıldan, İs. Beşinci yüzyıla tarihlenen Yunan Büyü Papirüsleri “Ereskigal” diye bilinmektedir. Yani Sümerli Ereşkigal. (Kramer Enki… 219)

“…Sümer kahramanlık şiirlerinin örüntüsü Yunan, Hint ve German destan malzemesinin örüntüsüyle benzeşir. Konulu şiir gibi biçem ve teknik açısından bu kadar ayrı bir ebedi türün Sümer, Yunanistan, Hindistan ve Kuzey Avrupa’da farklı zaman aralıklarında yaratılmış ve geliştirilmiş olması pek olanaklı görünmediğinden ve Sümer konulu şiirin dördünün içinde en eskisi olduğundan, destan türü şiir kökeninin Sümer’de bulunabileceği sonucuna varmak mantıklı görünmektedir.” (Kramer. Tarih Sümer’de Başlar. 275)

“Batı kültüründe oldukça büyük rol oynamış olan Kitabı Mukaddes’te bu Sümerlerin teolojik, etik ve yazınsal  fikirleri ile koşutluklar bulunduğu görülmektedir. “ (Kramer. Sümerler. 9). Kramer çok sayıda bu koşutlukları kitabında açıklamıştır.

İbraniler Eski Ahit’lerini, Yunanlılar İlyada ve Odisseia’larını yazmadan bin yıl önce, Sümer’de mitler, destanlar, ilahiler ve ağıtlar ve sayısız atasözü, fabl ve deneme derlemesinden oluşan zengin ve olgun bir edebiyat buluruz.” (Kramer. Tarih Sümer’de Başlar. 14)

Yunanlılar ve Romalılar, hayvan fablları edebi türünün doğuşunu, İÖ. Altıncı binyılda Küçük Asya’da yaşamış olan Ezop’a bağlarlardı. Buna karşın, Ezop’a yüklenen fabllardan en azından bir kısmının ondan çok önce de var olduğu günümüzde bilinmektedir. Her durumda, ‘Ezopik’ türdeki fabllar Ezop doğmadan bin yılı aşkın zaman önce Sümer’de bulunuyordu. (Kramer. Tarih Sümer’de Başlar. 159)

Yunanlıların Hades’i, İbranilerin Şeol’ünün Sümercedeki karşılığı  Kur’dur. (dağ/yabancı ülke. Kramer. Tarih Sümer’de Başlar. 194)

Romalıların Venüs’ü, Yunanlıların Afrodit’i Babillilerin İştar’ı dır. (Kramer. Tarih Sümer’de Başlar. 196)

Ejderha öldürme teması İÖ. Üçüncü binyılda Sümer mitolojisinin önemli bir motifi olduğuna göre, Yunan ve erken Hristiyan ejderha öykülerinin dokumasındaki ilmeklerin Sümer kaynaklarından geldiğini öne sürmek hiç de akıl  dışı değildir. (Kramer. Tarih Sümer’de Başlar. 211)

 Hıristiyan kutsal kitap modelinin hegemonyasıyla mücadele eden  Aydınlanma Çağı bilginleri tarafından uygarlığın beşiği olarak görülen Yunan uygarlığı uzun bir süre “mucize” olarak görülmüştür- şu ünlü “Yunan mucizesi”nin işlevlerinden biri de Doğu’yu yok saymaktı. ..Yunan uygarlığının tarihini anlamak için Önasya, İyonya, Hititler, ardından da.. Mezopotamya’ya doğru uzanmak gerekir.” (Jean Bottero Eski Yakındoğu. 24)

Mezopotamya’nın Batı’ya ilk katkısı doğrudan yazı olmuştur.. Fenikelilerden alınmış o müthiş alfabe sisteminin kökleri Sümer’e, İki Nehir Arasındaki Ülke’ye uzanmaktadır.” (Jean Bottero Eski Yakındoğu. 24)

Klasik Yunan düşüncesinin temelini oluşturacak olan Heseidos ve İyonyalı filozoflarda, Dicle ve Fırat arasından doğmuş konular bulunmaktadır”. (Jean Bottero Eski Yakındoğu. 29)

Umarım modern Batı’nın temel direklerinin iki nehir arasında nasıl sağlam köklere sahip olduğunu anlatabilmişimdir.“ (Jean Bottero Eski Yakındoğu. 31)
               
“..bizim astrolojimiz Yunanlılardan, Büyük İskender’in (İÖ. 330’lu yıllara doğru) Yunanistan ve Doğu arasında başlattığı o inanılmaz kucaklaşmadan sonraki Helenistik çağın Yunanlılarından gelmektedir. Oysa açıktır ki, Yunanlılar’da –ki bunu birçok kez dile getirmişlerdir- bu yıldız falcılığını başka yerlerden, daha açıkça söyleyecek olursak, büyük hayranlık uyandıran Mezopotamya’dan ve Babil’den almış olduklarını çok iyi biliyorlardı.” (Jean Bottero Eski Yakındoğu. 187)

Eski Yunan bile Babil’in uzak ama yoğun ışığıyla aydınlanmıştır. Bunun sonuçları Yunan düşüncesinin oluşum döneminde hemen göze çarpar; Hesiodos’un Theogonia’sı, Mezopotamya Yaradılış Şiiri ile birçok bakımdan uyuşur. Eski Yunan filozoflarının tümü, örneğin kozmogoni alanında, Mezopotamya’nın arkaik mitografyalarının açtıkları yolu tastamam izlerler; her ne kadar onlar bu yoldan giderken düşünüp taşınıp yolu kendi zamanlarına uydurmuş olsalar bile bu durum geniş çaplı, kökten bir bağımlılığın göstergesidir.”  (Bottero, Mezopotamya, Yazı Akıl ve Tanrılar. 24)

Büyük Hitit İmparatorluğu hakkında bildiklerimiz bize onun da Mezopotamyalı atasına çok şey borçlu olduğunu gösteriyor. Yazıyı, sözcük dağarcığının bir kısmını, edebiyat türlerini, adli, bilimsel tarzların çoğunu ondan almışlardır. Değil mi ki Hititler Küçük Asya’dadırlar, ayrıca Küçük Asya da Ege’ye Yunanistan’a açılmaktadır! Helenistler arasında en tutucuları bile açıkça söylemeseler de Eski Yunan’ın hem kültür hem de başka alanlarda Doğu’dan, yani daha en başından o saygın, o muazzam Mezopotamya’dan ne derece etkilendiğini bugün artık inkar edemiyor.” (Bottero, Mezopotamya, Yazı Akıl ve Tanrılar. 45)

Bize, “Batı uygarlığına” gelince; ister kabul edelim ister etmeyelim, Hristiyanlıkla başladığı ve Hristiyanlık da bir yandan Kutsal Kitap ideolojisinin, diğer yandan da Yunan-Helen ideolojisinin kavşağında yer aldığı için biz, yani Batı uygarlığı iki yanlı olarak Sümerler ve Babillilerin uzak akrabalarıyız. Sümerler ile Babilliler soy ağacımızın kütüğüne kaydolmuş, ayırdedilebilir ilk atalarımızdırlar. Uzaktan, çok uzaktan, bizim akrabamızdırlar, geçmişimizin bir parçasıdırlar. Geçmiş, onun hakkında edineceğimiz bilginin kesintisiz  olmasına bağlı olduğuna göre, eğer biz de genetik geçmişimizi anlamak, atalarımızı bulmak, mirasımızın er arkaik, en temel bölümünün dökümünü çıkarmak, evrimimizle ilgili bize yalnızca Tarihin sağlayabileceği.. o eşşsiz, o aydınlık açıklamayı elde etmek istiyorsak, işte eski Mezopotamyalılara kadar, yani ufkumuzun en ucuna kadar gitmek zorundayız. Uzun süre, iki ‘mucize’ tarihçilerimizin bu kökenlerimize doğru ilerleyişlerini durdurdu: İlki Tanrı tarafından yazılmış ve bütün sorulara kesin bir yanıt getirmek için insanlara verilmiş ‘dünyanın en eski kitabı’ olan ‘Kutsal Kitap’  imgesiydi; ikincisi ise şu ünlü ‘Yunan mucizesi’ydi, onun çncesindeki evrenin ağaçtan yeni inmiş ya da mağarasından ürkekçe dışarı çıkmış ilkel insanın evreni olduğu sanılırdı.” (Bottero, Mezopotamya, Yazı Akıl ve Tanrılar. 45)

Uygarlığımızın, düşüncemizin ve bilincimizin İncil’deki İsrail ve Eski Yunan gibi bilinen kaynaklarının ötesinde çok daha eski bir kaynağın, uzaklarda, Tarih’in en uç noktasında bir kaynağın var olduğu.  Bu kaynak Eski Mezopotamya, Sümer ve Akad ülkesidir.  Burada kültürümüzün en arkaik biçimini görürüz: Batı’nın ilk doğuş anlarıdır bunlar.” der ve “Batı’nın ilk atalarının vatanını tanımaya” çalışır (Bottero, Mezopotamya, Yazı Akıl ve Tanrılar. 15)

Bottero, Batı uygarlığının iki temel dayanağını belirterek; ’bu doğuş anları’nı ‘Batının ilk doğuş anları’ olarak niteliyor, oysa bu insanlığın ilk doğuş anlarıydı. Bottero kendisini “eski İsrailoğulları’na bağlayan ‘sempati’ nin aynısını antik Mezopotamyalılar için de duyduğunu” belirterek , alışılagelen Batılı bir anlayışla bir sahiplenme yapıyor.

Batı uygarlığının köklerine inmek istediğimizde yolumuz üzerinde, yerinden oynatamayacağımız, binlerce yıllık bir gelenek karşımıza dikiliyor; birbirinden ayrı, ama doğa üstü ve akıldışı iki ‘mucize’ gösteriyor bize, ve bunlar da yolumuzu tıkıyor. .. Bat uygarlığı bize dosdoğru Hristiyanlıktan geliyor; Hristiyanlık da iki kültür akımının kavşağında yer almıştır: Bir yanda Kutsal Kitap, diğer yanda da Helen kültürü.” (Bottero, Mezopotamya, Yazı Akıl ve Tanrılar. 49)

Bernal Kara Atena adlı kitabında Yunan tarihine ilişkin iki modeli konu alır: Modellerden biri Yunanistan’ı özünde Avrupalı ya da Ari saymakta, öteki ise Levantlı olarak, Mısır ve Sami kültür alanının periferisinde görmektedir. Bu modellere, “Ari Modeli” ve “Eskiçağ Modeli” adlarını vermiş. Klasik ve Helenistik çağdaki Yunanlılar arasında genellikle kabul edilen görüş “Eskiçağ Modeli” idi. Bu modele göre, Yunan kültürü, Mısır ve Fenikelilerin MÖ. 1500 civarında yaptığı kolonileştirme ve yerli halkı uygarlaştırması sonucunda ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Yunanlılar Yakındoğu kültürlerinden çok büyük ölçülerde alımlamalar yapmaya daha sonra da devam etmişlerdir. Çoğumuza doğru diye belletilen Ari Modeli ancak 19. Yüzyılın ikinci yarısında geliştirildi.

“Avrupa merkezci tarih anlayışı, Batı uygarlığını, kendine özgü bir tarihsel gelişmenin ürünü olarak görür. Buna göre, bugünkü Batı uygarlığı, insanlığın genel gelişim çizgisinden ayrılmış, daha verimli bir yola sapmış ve diğer uygarlıklar karşısında üstün konuma gelmiştir. Yani, Avrupa merkezci görüş, insan uygarlığını bütünsel bir süreç olarak görmeyi reddeder.
Samir Amin, Avrupa Merkezcilik adlı kitabında, kapitalist ideologlarca savunulan Avrupa merkezci önyargıyı şöyle özetliyor:
“Antik Yunanistan-Roma-Hristiyan feodal Avrupa-kapitalist Avrupa biçiminde sıralanan, Avrupa’ya bahşedilmiş benzersiz bir soyağacı vardır. Bu zincir her halkasıyla ileri insanlığın (ilerlemenin) çizgisidir ve sonuçta ilerlemenin doruğu kapitalist mucizeyi yaratmıştır. Dünyanın bu zincirin dışında kalan bölümleri doğal olarak geridir. Geri halklar için tek çıkar yol bu zincire bir şekilde eklemlenebilmektir. Gelişmiş kapitalist Batı modeli tüm gezegene yaygınlaştırılabilir. Kısaca Avrupa (kapitalizm), tarihi ve bugünü anlamında dünyanın diğer bölgeleri ve halklarına göre üstündür.”
Avrupa merkezciliğin Batı uygarlığı için çizdiği yol, “Batı uygarlığının tarihi” diye bir modele dönüştürülmektedir. Bu modelin iki bileşeni bulunmaktadır. Bileşenlerden birine göre, Batı uygarlığı Yunanistan’da doğmuş, Roma üzerinden ortaçağa ve oradan da bugüne ulaşmıştır. Dinsel bileşen ise Yahudi-Hristiyan hattını izlemektedir. Bu iki bileşen Rönesans’ta yeniden buluşmuş, Yahudi-Hristiyan mirası Rönesans’ta klasik köklerine dönerek Yunan-Roma mirasıyla birleşmiştir.
Avrupa merkezci teoriler, Asya ve Afrikalı toplumları dünyanın tarihsel gelişme yatağının dışına itmektedir. Böylece Avrupa toplumu, insanlığın biricik gelişme yatağı ve öncüsü olmaktadır. Doğu toplumları ise, gelişme dinamiğine yapısal olarak sahip değillerdir.. Sonuç olarak üçüncü dünya halklarının bu tıkanıklığını aşacak olan Batı emperyalizmi ve sömürgecilik haklı kılınmaktadır.
Bu Avrupa merkezci teoriler, eşitsiz gelişmenin belli bir döneminde, 19. Yüzyılda, Avrupa’nın öne geçtiği bir zamanda imal ediliyor.. Bu nedenle bütün bir insanlık tarihinin bilançosu üzerine kurulmuş değillerdir. Geleceğe düşürdükleri gölge de, Avrupa hakim sınıflarının çıkarlarının gölgesidir.

Martin Bernal bu kitabında ‘Eskiçağ Modeli’ adını verdiği tarihsel-kültürel modelin 19. Yüzyılın başına kadar geçerliliğini koruduğunu; oysa, Yunan tarihinin okullarda öğretilen versiyonunun ancak 1840 ve 1850’lerde geliştirildiğini; 19. Yüzyılda  Kuzey Avrupa ırkçılığının patlamasıyla birlikte ‘özgün’ Avrupa uygarlığının beşiği Yunanistan’ efsanesinin ortaya atıldığını ve Yunanistan’ı oluşturan Avrupa dışı unsurların yok sayılmaya başlandığını belirtmektedir”. (Martin Bernal. Kara Athena. Sunuş yazısından)

Black Athena (Kara Atena) adlı kitabında Prof. Bernal , Grek Medeniyetinin “yaratılmış” olduğunu iddia eder ve Aryan, üstün ırkın menşeini buraya dayandırmak isteyen 19. Asır Skolastik Batılıların, esası Afrika menşeli olan kültürün nasıl “Grekleştirildiğini” anlatır.
Bernal, Klâsik Medeniyetin Afro-Asyatik Köklerinin aslında antik Mısır ve Finike kültürlerine dayandığını iddia ediyor. Batı medeniyetinin kökeninin Avrupa’daki 18. ve 19. Asır ideolojik akımlarının etkisinde, bilimsel nesnellikten uzak olarak “imâl” edildiğini ve “orijinal Avrupa Medeniyetinin beşiği Yunanistan’dır” sloganının lanse edildiğini savunuyor. İdeolojik ve ırkçı öğelere sahip tarih literatürüne göre Avrupa, Yunanistan ve Arîler dışında kalan Afrika ve Asya köklerinin,  Yunan kültüründeki büyük etkisinin Batılı akademisyenler tarafından şuurlu bir şekilde tekrar tekrar görmezden gelinip inkâr edildiğini ve zamanla silindiğini savunuyor.  Bernal kitabında yüzlerce kanıt ve örnek belirtir.

Üçüncü bin yılda Anadolu’dan Yunanistan’a birtakım göçlerin olduğu filolojik delillerle ispatlanmış, birçok coğrafi adın ve Yunan dilindeki kültür hayatıyla ilgili birçok sözcüğün Anadolulu insanlar tarafından  adalar üzerinden geçen kavimlerce Yunanistan’a getirildiği  belirlenmiştir. Yunan ülkesine doğudan gelen bu insanlar ilk önce bu ülkenin denize açılan geniş vadileri ve düzlüklerine yerleşmişler, ancak sonraları batı ve kuzeye yayılmışlardır.  Anadolu kavimleri bir defalık büyük bir akın halinde değil, fakat belki yüzyıllarca süren küçük göçler sonunda adalar ve Yunanistan’ a girmiş,  yerlilerle karışıp kaynaşmışlar, yalnız Yunanistanda değil, bütün Ege bölgesinde bir örnek bir maden kültürünün meydana gelişinde başlıca rolü oynamışlardır. Maden kültürü  Yunanistan’a Anadolu’dan gelmiştir. Mezopotamya’da öteden beri kullanılan altın ve gümüş külçeleri Yunanistan’ da da ölçü olarak kullanılmış, MÖ. 7. yy dan başlayarak Mezopotamya ağırlık sistemi de Yunan ülkelerine girmeye başlamıştır.

 Anadolu kavimlerinin 3 binyıldaki batı göçleri sanıldığından çok daha geniş olmuş, bunlar yalnız Ege bölgesini istila etmekle kalmayıp, bazı coğrafya adlarının yayılış alanının gösterdiği gibi, İtalya ve hatta İspanya’ya kadar uzanmışlardır.
İkinci binyılın başlangıcında, Mısır’ın 12 nci sülaleyle yeni bir yükselme çağına kavuştuğu, Ön Asya’da kavimler hareketi sonunda yeni birtakım devletlerin ortaya çıktığı ve Hurri’lerin üstün bir rol oynamaya başladığı, Anadolu’da ise Hitit devletinin kurulduğu bir zamanda Girit adası da büyük bir siyasal ve kültürel gelişim geçirmeye başlamıştır. Bu dönemde Girit ile Kıbrıs, Suriye ve Mısır arasında sıkı ticaret ilişkileri vardı. Yunanlıların doğulular, en çok Fenikelilerle sıkı ticaret ilişkilerinde bulunmaları Yunan kültürünün gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Yazıyı Yunanlılar MÖ.8 yy. ın başlarına doğru Fenikelilerden öğrenmiştir. Eski Yunan alfabesi Fenike alfabesine sesli harflerin eklenmesinden başka bir şey değildir.
Tera adasında oturan Dorlar, Mısır’ın batısında bugünkü Bingazi dolaylarında Kirene kolonisini vücude getirmişlerdi. Afrika’nın içlerinden gelen büyük kervan yollarının sonuna raslayan ve denizden 2 mil mesafede bulunan Kirene Mö 6. Yy. da Akdeniz ekonomisinde önemli rol oynamıştır. Bu kolonide Yunanlılar, Sami olan Libyalılarla pek erken sıkı ilişkiler kurmuşlar, aynı zamanda Siva vahasındaki tanrı Ammon’ un kehanet ocağını da tanımışlardır ki, bu ocak daha sonraları Yunan dünyasında büyük bir ün kazanacak ve Makedonya kıralı  Büyük İskender’ in hayatında da belirli bir rol oynayacaktı. (Arif Müfid Mansel Ege ve Yunan Tarihi).

Avrupa’nın felsefe geleneği, Yunan felsefesi üzerinden yapılandırılmıştır. Ne var ki Yunan felsefesinin de geniş Ortadoğu düşünsel yelpazesinin, Ön Asya, İran, Mezopotamya ve Mısır düşüncelerinin çok başarılı bir uygulaması, yetkin bir bağdaştırma ürünü olduğu vurgulanmalıdır. Unutulmamalıdır ki Ex Oriente Lux. (Işık Doğu’dan Yükselir!) (Tecimer, 2004:357).

Matematik tarihinde kayda değer bütün başarılar; Thales (MÖ. 624-546), Pisagor (MÖ 572-490), Öklid (MÖ. 365-300) bu üç matematikçinin başarısına indirgenmektedir. Tales Finikelidir, ailesi sonradan Milet’e yerleşmiştir. Pisagor doğuda 20 yıl kalmıştır, Babil’de, İndus’ta ve Mısır’da matematik ve felsefe öğrenmiştir. Geometrinin kurucusu sayılan Öklid ise İskenderiyelidir. Orada yaşamış ve matematik öğretmenliği yapmıştır. Gerek Tales teoremi, gerek Pisagor teoremi, gerekse de Öklid bağıntıları, onlardan en az bin yıl önce Mısır’da, Sümer’de, Elam’da ve İndus’ta biliniyordu. Sümer okullarında ders olarak okutuluyordu. (İbrahim Okur, 27)

Burak Eldem, Fraternis adlı kitabında şu hususların altını çizer:
Batılı düşünce dünyasını ipotek altına almış iki büyük önyargıdan sıyrılmak gerek: Judeo-Hristiyan dünya görüşünün doğrulanması kaygısı ve Yunan düşüncesinin her felsefe ve inanç sisteminin kökünde aranması alışkanlığı. Her soyut düşünce ürününü Greklere dayandırmak, bilimin Grek uygarlığı çağında doğduğunu, daha öncesinde bilim olmadığını öne sürmek; Batı’nın bir idolü, ideolojisidir.
Ünlü düşünür Pythagoras’ın hocası olduğu ileri sürülen, “gizemli bilge” Pherecydes’in, yaşamının belli bir döneminde “Fenikelilerin gizli kitapları”yla karşılaştığı ve kendini bunlardaki ayrıntılı ve çok çeşitli bilgiler yardımıyla yetiştirdiği ileri sürülür.
Pisagor, geometri ve aritmetikle ilgili temel bilgileri, uzun geziler yaptığı Mısır, Babil, Fenike ve İran’ın bilge rahiplerinden edinmiştir, Pythagoras’ın adıyla anılan teorem ondan en az bin yıl önce Mezopotamya ve Mısır’daki tapınak rahipleri tarafından biliniyordu.  (Eldem, 2006).

Eski Yunanistan’ın hiçbir zaman özgün bir uygarlık yaratmayıp, daha eski bir uygarlığın mirasına bile konmadan, onu sadece keşfetmiş olduğuna ilişkin Batılı tarihçilerin ileri sürdüğü görüşler de vardır. Mısır ve Babil’deki eski imparatorluklardan bilim adına ne kalmışsa çok kere bilinçsiz bir şekilde ve hiç atıfta bulunmaksızın el koyanlar sadece Yunanlılar olmuştur.” (J.D.Bernal’den aktaran Çağlar Tuncay.  Uygarlığın Seyir Defteri. 33)

Stolen Legacy “Çalınmış Miras”  adlı kitabında G.G. Monah James; her sözcüğünde, her satırında ve her sayfasında delil ve kaynaklarla desteklediği tezini şöyle sunmaktadır: “Yunan Felsefesi Mısır Felsefesinden çalınmıştır. Mısır gizem öğretileri Atina’ya ulaşmadan uzun asırlar önce başka topraklara ulaşmıştı. Sözde Yunan felsefesi Yunanlara ve onların yaşam koşullarına yabancı idi.  Yunan felsefesi Mısır gizem sistemi'nin ürünü idi. Memphis teolojisi,  Yunan felsefesindeki tüm önemli doktrinlerin temelidir. Memphis Teolojisi modern bilimsel bilginin kaynağıdır. Memphis teolojisi modern bilimsel araştırma için büyük imkânlar sağlamıştır. Büyük İskender’in Mısır fethiyle, galip orduların geleneği olarak, değerli ganimetler yanı sıra, İskenderiye Kraliyet Kütüphanesinin talan edilmesi Büyük İskender’e bu seferde eşlik eden Aristotles’in devasa sayıda kitabı elde etmesini sağlayacaktır. Daha sonra Aristotles bu kütüphaneyi araştırma merkezine dönüştürecek ve oradan yağmaladığı devasa sayıdaki kitapla kendi kütüphanesi oluşturacaktır. Antik zamanın bilim merkezi olan Mısır’a Aristotles’den önce, eğitim amacıyla giden Pisagor, Thales, Ksenofanes, Parmenides, Zeno ve Melissus gibi birçok Yunan filozof olduğunu da belirtmek gerekir”. (Çalınmış Miras.7)

Peter Kingsley, “Antik Felsefe, Gizem ve Büyü , Pythagoras ve Empedokles Geleneği” adlı kitabında;  Empedokles ve Pythagorascı öğretinin öğelerini Yakındoğu kaynaklarından türettiği ve bunların yüzyılların seyri içinde Doğu’ya geri döndüklerini gösteren büyük ölçüde çevrimsel bir model” den sözeder.

Uzun zaman boyunca Batılı insan, uygarlığının Roma ve Grek uygarlıklarının hediyesi olduğuna inandı. Ama Grek filozofları tekrar tekrar daha erken kaynaklardan yararlandıklarını yazmışlardır… Kadim Mısır yazısının ve lisanının deşifre edilmesi ve bunu izleyen arkeolojik uğraşlar; Batılı insana Grek uygarlığından çok önceleri Mısır’da var olmuş olan yüksek bir uygarlığı ifşa etti. Mısır kayıtları MÖ. 3100’lerde başlayan kraliyet hanedanlarından söz eder; yani Helen uygarlığının başlangıcından tam iki bin yıl önce. Olgunluğuna ancak MÖ. beşinci ve dördüncü yüzyıllarda ulaşan Grek, bir başlatıcı olmaktan ziyade, arkadan gelen bir uygarlıktı, öyleyse, uygarlığımızın kaynağı Mısır’da mıydı? Bu sonuca varmak çok mantıklı gözükse de, olgular buna karşıdır. Grek bilginler Mısır’a ziyaretlerini tarif ederler ama ama sözünü ettikleri kadim bilgi kaynakları başka yerde bulunmaktaydı. Ege Denizi’nin Helen öncesi kültürleri, yani Girit adasındaki Minos ve Grek ana karasındaki Mikene kültürleri, Mısır değil de Yakın Doğu kültürünün benimsendiği kanıtlarını açığa çıkarmıştı. Çok daha erken bir uygarlığın Greklerin kullanımına açık hale gelmesinin başlıca yolları Mısır değil, Suriye ve Anadolu idi. Helen alfabesi bile Yakın Doğu’dan çıkmıştır. Kadim Grek tarihçileri de Kadmus adlı bir Fenikelinin, aynı sırayla aynı sayıda harften oluşan alfabeyi getirdiğini yazarlar. Grek ve Latin yazısının ve dolayısıyla Batılı kültürümüzün tüm temelinin Yakın Doğu’dan alındığı, orijinal Yakın Doğu alfabesi, daha sonraki kadim Grek ve daha yeni olan Latin alfabelerinin sıralanışı, adları, işaretleri ve hatta sayısal değerleri kıyaslama yolu ile gösterilmiştir. MÖ. birinci bin yılda, Greklerin Yakın Doğu ile temasları, Perslilerin MÖ. 331’de Makedonyalı İskender’e yenilmesiyle doruk noktasına varmıştı. Grek kayıtlarında, Persliler ve ülkeleri hakkında çokça bilgi mevcuttur. (Z. Sitchin, 12. Gezegen. 24)

Mezopotamya sahnesine dışarıdan gelen pek çok davetsiz misafir gibi, Mezopotamya kültür ve geleneğinin bitmez tükenmez gibi görünen süngeri onları da içine çekmişti. Mezopotamya tarihinde Hurrilerin oynadığı en büyük rol, Mezopotamya kültürünün Hitit, Filistin, ve Fenike toplumlarına ve dolaylı olarak da Yunan ve batı dünyasına iletilmesindeki aracılıklarıdır (J. Oates. Babil. 90)

İbrani ve Yunan yazılarının temellerinin Ugarit [Suriye’de] olduğunu edebi örneklerle gösteren Ugarit edebiyatı, pekçok sayıdaki Hitit efsanesinin kaynaklarının Babil ve Hurri olduğunu ve aynı efsanelerin müteaddit Hitit dillerinde de bulunduğunu gösteren Boğazköy’de orta Anadolu bulunan çivi yazıları, Mısır’da MÖ. üçüncübin yıldan itibaren Sakkara piramidinin duvarlarına yazılan hiyeroglif Piramit Belgeleri, Mısır’da Orta Krallık’tan Osirian efsanesini ihtiva eden Tabut Belgeleri, Mısır’da Yeni Krallık’tan Teb Ölüler Kitabı, Theb ve Fayyum papirüsleri, Sümer ve Akadların destanlarını veren Nineve’deki Irak Aşurbanipal’in sarayının kalıntılarında bulunan çivi yazıları, güney Filistin’deki mağaralarda bulunan Lut Gölü parşömen tomarları…bunların hepsi ve daha birçokları.. bize; Mısır, Mezopotamya, Yakın Doğu, Suriye, Filistin ve Girit’in birbirleriyle yakın kültürel ilişkiler içinde olduğunun inkar edilemeyeceğini, Neolitik çağdan itibaren bütün Orta Doğu medeniyetlerinin efsanelerinin birbirleriyle yakın kültürel bağlantıları bulunduğunu açıkça gösterdi.. birbirinden uzak mesafelerle ayrılmış bölgelerde bulunan belgelerin harfen birbirinin aynı olması, bu yazılı geleneklerin bir ülkeden diğerine aynen aktarıldığını gösteriyor. (F.G. Bratton. Yakın Doğu Efsaneleri. 13)

“Antik Yunan Aldatmacası” konusu çok sayıda yayında epeyce işlenmiştir. Bu konunun ne zaman başladığı ve günümüze kadar uzanan etkileri, birçok “bilimsel” nitelikli yazarın düştükleri “tuzak”, “şarkiyat”, / “oryantalizm”, “Doğu-Batı” ayrımı gibi konular, günümüzde olanları iyice anlayabilmek için  ayrıca incelenmeye değerdir ve kesinlikle incelenmelidir…